Kirklareli’deki kazilariyla adeta bir tarihi gün yüzüne çikaran Istanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Prehistorya Anabilim Dali ögretim üyesi Prof. Dr. Mehmet Özdogan arkeolojiyi anlatti. Özdogan, Türkiye’de arkeoloji yapabilmenin zorluguna dikkat çekerek, “Biz, Türkiyeye, bürokrasiye ragmen bu isi yapmaya çalisiyoruz” dedi.
Mehmet Özdogan Istanbul Üniversitesi Prehistorya Labaratuvari'nda Özdogan kuramsal çözümleme ve karsilastirma yöntemleriyle, tarihöncesi kültürlerin degerlendirmesini yapan dünyanin sayili bilim adamlari arasinda yer aliyor. Özdogan, ögrencilik yillarindan baslayarak seksene yakin arkeolojik kazi ve arastirma projesine katilmis, özellikle doktora sonrasi döneminde çok sayida uluslararasi makaleye imza atmistir. Istanbul Yarimburgaz, Diyarbakir Çayönü, Tekirdag Toptepe, Kirklareli Asagipinar ve Kanli Geçit kazilarinin baskanligini yürüten Özdogan, CNRS Paleorient, Anatolica, Prehistoire Europeenne, Neo-Lithichs, Arkeoloji ve Sanat adli dergilerin de yayin kurulu üyeligini sürdürüyor.
Geçtigimiz dönemde Vehbi Koç Vakfi tarafindan ‘Vehbi Koç Ödülü’ne layik görülen ve 100 bin YTL’nin sahibi olan Mehmet Özdogan’in arkeolojiye bakis açisi da meslektaslarindan hayli farkli.
“Buldunuz mu bari?”
Mehmet Özdogan, arkeolojik açidan çok zengin bir ülke olmasina ragmen Türkiye'de arkeoloji ve arkeolog hakkindaki düsüncelerin çok yanlis bir temel üzerine kuruldugunu belirterek “Türkiye genelinde arkeoloji sadece soyut, arkeolog da tuhaf bir adam gözüyle bakilan bir seydir. Genel kani olarak, arkeologun esrarengiz, topragi belli bir sey bulmak için eseleyen, bir sey buldugu zaman çok mutlu olan ve ne aradigini bilen, yari eksantrik, yari büyücü gibi tuhaf bir adam gözüyle bakilan bir kisiligi var. Saniyorum ki birtakim bilim kurgu filmlerinin de bu imajda önemli katkisi var. Bize hep sorulan sey 'buldunuz mu?' sorusu. 'Hayir bulmadik' deyip isin içinden çikiyorsunuz veyahut karsidakini memnun etmek için 'bulduk' deyip rahatlatiyorsunuz” diyor.
Köklü geçmis
Ülkemizde arkeoloji biliminin diger bilim dallarina göre daha gelismis oldugunu belirten Özdogan, bu gelismede Türkiye'nin arkeolojik zenginliginin degil, Osmanli'dan bugüne kadar uzanan köklü geçmisin etkili oldugunu vurguluyor. Özdogan bu konuyla ilgili olarak söyle konusuyor: “Türkiye'de arkeolojinin uzun, köklü bir geçmisi var ve bu geçmiste önemli olan nokta, Osman Hamdi Bey'in, çok olaganüstü bu insanin bu ise baslamasi. Ondan sonra uzun bir süre arkeoloji elitist bir ugrasi olarak kaliyor Türkiye'de. Eski kusak arkeologlara baktigimiz zaman, gerek Osmanli Imparatorlugu’nda, gerek cumhuriyetin ilk yillarinda belirli bir elit aileden gelen, egitimini yurtdisinda yapan ve kirsal bölgeye gidip bir seyler ortaya çikarmaya tenezzül eden veya bu fedakârligi gösteren bir insan imaji var. Ilginç olan bir sey; arkeolojinin Türkiye'de gelisen bir dinamigi yok, bize Batidan gelen bir kavram. Osmanli Imparatorlugu’nun kapladigi alana baktiginiz zaman, ilk kusak Batili arkeologlarin ilgisini çeken bütün bölgeleri; Misir'dan baslayip, bütün Mezopotamya, Dogu Akdeniz, Ege, Yunanistan, Anadolu vesaire görürsünüz. Osmanli, bunlarla üç yüz, bes yüz yil yasiyor. Ancak, hiçbir zaman geçmise bilgi almak amaciyla bakmiyor. Osmanli'da geçmise ait izlere belge olarak bakmayan, onlari bilgi almak için bir nesne olarak görmeyen bir bakis açisi var. Rönesans'la beraber yavas yavas Osmanli Imparatorlugu’na Batili arastirmacilar geliyor. Giderek Osmanli Imparatorlugu Batililarin akinina ugruyor. Ilk basta Osmanlilar buna hiç aldirmamislar. Bir zaman sonra 'neden gelip bunlar bu taslara bakiyorlar?' sorusu ortaya çikmaya basliyor. Bu, anlasilmaz bir Batili heves olarak bir süre görüldükten sonra, o dönemlerdeki Batililasma hareketleri, Batida okuyan insanlarin etkisi vesaire, bir kaygi getiriyor Osmanli Imparatorlugu’na. Müzelerin kurulmasi ve daha sonra Osman Hamdi Bey'in, gerçekten çok büyük bir beynin, bu ise girmesi, bir düzenleme getiriyor Osmanli Imparatorlugu’nda”
Kavram karmasasi
Uzun yillar elitist bir ugrasi olarak sürdürülen arkeoloji, YÖK sonrasinda, üniversite kontenjanlarinin ve bölüm sayisinin keyfi bir sekilde artmasi sonucunda daha genis bir kitlenin ugrasi alani haline gelir. Ancak bu sefer de, niteliksiz ve ilgisiz, yani sisirme bir mezun toplulugu olusmaya baslar. Arkeolojinin elitist bir ugrasi olmaktan çikmasinin olumlu bir gelisme oldugunun, ancak bunun temelsiz bir sekilde yapilmasinin ise olumsuz oldugunun altini çizen Özdogan, Türkiye'de arkeoloji hakkinda büyük bir kavram karmasasi oldugunu belirtiyor: "Genelde Türkiye'de karisan kavram, antikacilikla arkeolojidir. Arkeoloji bir bilim dali ve arkeolog olarak bizim amacimiz eser toplamak degil, yani müzelere eser doldurmak degil, bizim onunla alakamiz yok! Müzelere de eser veririz, müzelere giren eserler de bulunur ama arkeolojinin bilim dali olarak amaci müzeleri doldurmak, güzel veya esrarengiz seyler bulmak degildir.
Arkeolojinin amaci geçmise ait bilgiler bulabilmek, yani insanligin ilk basindan günümüze kadar nasil geldiginin somut verilerini ortaya çikartabilmektir. Bu bir hayvan kemigi de olabilir, bir seyi kirmak için kullanilan tas da olabilir. Insanin yaptigi, kullandigi, etkiledigi yahut etkilendigi her sey arkeoloji kapsamina giren bir veridir. Bu nedenle çagdas bir kaziyi gezecek olursaniz, çok can sikici, tekdüze, yavas ilerleyen bir olgu ile karsilasirsiniz. Sanat tarihine gelelim. Sanat tarihi daha çok estetik kaygilarla toplumun üstyapisini ilgilendirir. Biz de sanat tarihinden yararlaniyoruz. Tarihin ilk dönemlerinden itibaren sanat tarihi bir araçtir, ama üslup açisindan degil, konum açisindan. Bizim için bir kahve fincaninin yaldizli versiyonu ile sade versiyonu ayni derecede öneme sahiptir. Insanlar bunlari kullanmis ve yapmislarsa, bir arkeolog için bunlar ayni öneme sahiptir.
Bir de tarihçiyle arkeolog birbirine karistiriliyor, birbiriyle bir yerde örtüsüyor gibi geliyor. Yani, 'tarihi çaglarin arkeolojisi olur mu?' gibi bir soruyla daima karsi karsiya geliyoruz. Tarihçiyle yöntemimiz farklidir. Tarihçi yazili belgelerden hareket eder, biz somut maddi kalintilardan hareket ederiz. Tarihçinin bize göre bazi avantajlari vardir. Bizim maddi kaynaklardan elde edemeyecegimiz bilgileri elde etme olanagi vardir. Bizim de, tarihçinin yazili kaynaklarda göremeyecegi seyleri görme imkânimiz vardir. Aslinda, yazili dönemlerde ikisi bir araya geldigi zaman anlamli bir bütün olusturur. Bugün Türkiye'de ortaçag arkeolojisi diye bir dal yok! ortaçag sanat tarihi var, ortaçag mimarligi var ama ortaçag arkeolojisi yok. Halbuki bir Osmanli mezarligi kazilsa, o günkü hastaliklardan, yapilan isin kemiklerde biraktigi izlere kadar, yazili kaynaklarla ulasilamayacak birçok bilgi ortaya çikar. Mezarlik incelendigi zaman, onun içindeki bazi ayrintilar hiçbir zaman yazili kaynaklarla elde edilemeyecek olan bilgilerdir. Onun için arkeolojiyi, bugünkü toplumumuzun geçmisten bugüne nasil geldigini gösteren, sinayan bir zaman laboratuvari olarak görmek lazim"
Türkiye’ye ragmen arkeoloji
Arkeolojik açidan zengin bir ülke olmasina ragmen Türkiye'de arkeolojinin birçok engelle karsilastigini belirten Mehmet Özdogan, arkeologun "can sikici" bir imaji oldugunun altini çiziyor. Özdogan, su ifadeleri kullaniyor: “Arkeolog olmanin, Türkiye'de dayanilmaz bir zorlugu vardir. Türkiye'de arkeoloji Türkiye'ye ragmen vardir. Yani biz kazi yapmasak, Türkiye'nin büyük bir kesimi çok mutlu olur. Toplum, belediyeler, bütün kamu yöneticileri mutlu olur. Bir belediyenin Türkiye'de en korktugu sey, o kentin eski oldugunu gösterecek bir seyin ortaya çikmasidir. Üzerlerine bomba düsse yahut bir yerden bir havagazi borusu patlasa daha az üzülürler. Baska ülkelerde belediyeler kentin geçmisiyle, eskiligiyle övünürler, kaziyi tesvik ederler ve örnegin müzeler kurarlar. Türkiye'de ise müzeler belediyeleri besler, yani müze gelirinin %40'i belediyeye gider. Çogu müzenin isigini, elektrigini müze ödeyemedigi için belediye kesmistir. Müze, belediyeye ragmen varolur. Ama degisiyor, son yillarda en azindan bazi belediyeler ilgi de duymaya basladi. Iste 'gelin burada çalisin' demeye baslayan belediyeler de çikmaya basladi, yok degil!
Toplum karsidir! Yani Türkiye'de herkes kültürü, eski tarihi sever ama kendi bahçesinde olmamak kosuluyla; yani herkes eski evi sever, kendi evi eski olmamasi kosuluyla! Türkiye'de ben, 'benim arazimde, aman ne güzel, tarihi kalinti varmis!' diye mutlu olan hiç kimseyi görmedim! Yanasmaya çalistigimiz zaman da, ya devlet zoruyla yanasirsiniz ya da adami su veya bu sekilde korkutarak yanasirsiniz! Türkiye'de arkeolojiyi en çok zorlayan seylerden biri de Kültür Bakanligi'dir. Simdi herkes zanneder ki ben bir üniversite hocasiyim, otuz bes yildir arkeoloji okutuyorum ve bilimsel olarak istedigim yere gidip kazi yapabilirim. Yapamam! Benim herhangi bir yerde kazi yapabilmem için Bakanlar Kurulu’ndan karar çikartilmasi gerekir! Yani Tarim Bakani’nin, Milli Savunma Bakani’nin imzalanmasi gerekir. Ben bu izni aldiktan sonra, bunu degistirip baska bir yere gidecegim zaman, o izni Bakanlar Kurulu’na geri veremem ve tekrar yeni bir izin almam lazim! Onun için Türkiye'de herkes bir yere yapisti mi, birakmaz o yeri! Arkeolog olarak nereye gideceksem gideyim, ne yapacaksam yapayim, bakanligin bir denetçisi benimle kalmak zorundadir. Mesela ben Ayasofya'yi bilimsel bir amaçla gezecek olsam, bakanligin bir denetçisi olmadan giremem! Turist olarak girebilirim ama ben Ayasofya'yla ilgili bir arastirma yapiyorsam, Ayasofya'nin içine girmek için bile bir izne ve bir temsilciye ihtiyaç vardir.
Her ülkede oldugu gibi Türkiye'de de kültür mirasi ile çalisanlarla ilgili bir denetim mekanizmasi olmasi gerekli, bunu yadsimak olanaksiz. Ancak bu denetimin akilci oldugu kadar çagin gereklerine de uygun olmasi beklenir. Bu konuda ülkemize hâkim olan anlayis maalesef Ikinci Dünya Savasi öncesinden kalma; yani arkeolog ya hirsizdir ya casustur önyargisi. Artik dünya degismis, hiçbir gizli servisin arkeologlara gereksinimi kalmadigi gibi, eski eser kaçakçiligi da çok baska platformlara kaymis. Ancak bizim devlet olarak anlayisimiz hâlâ arkeologlarin, bilim adamlarinin potansiyel bir suçlu oldugu ve çok siki denetlenmesi gerektigi çizgisinde kaldigi için sistemimiz tesvik edici degil, olabildigince engelleyici ve güçlük çikartici. Iyiyi, yapilmasi gerekli olani yapmaya özendiren hiçbir yaklasimin izi yok. Bu herhangi bir kimseye ve bürokrata özel bir suçlama degil, sistemimizin özü bu. Bu anlayisi degistirmez, güncellestirmezsek o çok övündügümüz kültürel miras zenginligimiz yok olup gidecek.
Ayrica ülkemizin yükümlülügü olan uluslararasi antlasmalarin da gerekleri var. Bu nedenle ayrintilardan, 'kötüyü emsal' almaktan vazgeçip, her seyden önce anlayisimizi çagdaslastirmamiz gerek. Koruyamadigimiz tarihi mirasi koruyoruz diye kendimizi kandirip, bu birikimi tüm insanlarin yararlanacagi duruma getirme sorumlulugundan kaçamayiz. Zaten Türkiye'de arkeolog olmanin güçlügü de bundan kaynaklaniyor, yoksa arazinin tozu, topragi, sicagindan degil"
Bu Habere Henüz Yorum Yapılmadı. İlk Sen Ol