Ehl-i sünnet itikadına sahip olan bir insan, emrolunanları yapar, haramlardan da sakınırsa ebedi saadete kavuşur.
Dünya hayatı ahiret hayatına nisbeten çok kısadır. Hiç sayılı günler nihayetsiz bir zamanla mukayese edilebilir mi?
İnsanları ebedî saadetle müjdeleyen, hatta onlara cennette köşk bile "satın alan" büyüklerimiz vardır! Bunlardan biri de Habib-i Acemi hazretleridir. Bu mübarek zat, Hasan-ı Basri rahmetullahi aleyhin güzide talebelerindendir. Basra'da oturuyordu. Orada insanları irşad vazifesini ifa ediyordu...
Bir gün Habib-i Acemi hazretlerinin ziyaretine Horasan'dan yaşlı bir adam ile hanımı gelir. Hacca gitmeye niyet etmişlerdi. Hac dönüşü Basra'ya yerleşmek ve geri kalan ömürlerini Habib-i Acemi hazretlerinin yanında geçirmek istiyorlardı. Bunun için de bir eve ihtiyaçları vardı. Biriktirdikleri onbin dirhemi hoca efendiye verdiler ve;
-Biz buraların yabancısıyız. Bize münasip bir ev almanız için seni vekil tayin ettik dediler ve vedâlaştılar.
O zamanda seyahatler develerle yapıldığından çok uzun sürerdi. Hacca gidenler şehirden çıktıktan kısa bir zaman sonra orada büyük bir kıtlık başladı. Gıda fiyatları alabildiğine çıktı. Zengin olanlar bulabiliyordu, fakirler çok perişan oldular.
Böyle olunca Habib-i Acemi, talebeleri ile istişare etti;
-Horasanlı hacı bize ev almamız için para bıraktı dünyada ev al demedi. Biz onun bu parası ile gıda maddeleri alıp fakirlere dağıtırsak onlar için cennette bir ev almış oluruz. Bu onlar için daha iyi olur. Kabul etmezse parasını veririz...
Talebeler de bunu münasip görürler ve öyle de yapılır...
Bir müddet sonra hacılar döndüler. Adam evini sorduğunda ona şöyle cevap verildi:
"-Biz size ev aldık ama burada değil, Cennette!.."
Sonra olanları anlattı. Adam memnun oldu ve meseleyi hanımına anlattı. Hanım da çok memnun oldu fakat dedi ki;
-Bize cennette ev aldığına dair bir senet versin, kalbimiz mut'main olsun böylece...
Durum arz edilince, Habib-i Acemi hazretleri kâğıt ister ve;
"Bismillâhirrahmanirrahim. Habib-i Acemi'nin falan Horasanlı için cennette satın aldığı köşkün senedidir..." diye yazdırır ve adama teslim eder.
Kiraladıkları bir eve yerleşirler... Birkaç ay sonra adam vefat eder, hanımı beyini rüyada görür, durumunu sorar. Halinin iyi olduğu neşesinden bellidir. Şöyle cevap verir:
"Bize satın alınan evimizdeyim, seni bekliyorum!"
Mevlâna Celaleddin-i Rumi rahmetullahi aleyh buyuruyor ki:
"Rabbimiz evliya kullarına öyle bir güç verir ki, yaydan çıkmış bir oku bile dilerlerse geri çevirebilirler..."
Tarihte Araplar, Müslüman olmadan önce, neredeyse dünyadan tecrit edilmiş bir milletti. Çöl bir taraftan, yarımadayı üç yönden kuşatan denizler bir taraftan, medeni dünyadan uzak kalmasına sebep teşkil ediyordu... O derece bölünmüş, tembelleşmiş ve aşağı derecelere düşmüşlerdi ki, diğer ülkelerle savaşacaklarını, komşu devletlere karşı zafer kazanacaklarını rüyalarında dahi göremiyorlardı...
İran ve Bizans, o günün en büyük devletleri idi. Doğunun ve Batının liderleriydiler. Bunlar Arap yarımadasını, bileziğin bileği sarması gibi kuşatmışlardı. Fakat çöl olan, yer altı ve yer üstü zenginlikleri az olan yarımada (o zaman petrol keşfedilmemişti) can ve mal kaybına değmezdi onlar için. Onların, bu verimsiz çöle para harcamaya ve fakir olan Arapları beslemeye ihtiyaçları yoktu...
İşte, böyle bir millet, kısa bir zaman sonra cihan tarihinde müthiş bir vazifenin temsilcisi olacaktır... Bedevi Araplar, çöllerinden çıkmış fetihler yapmakta, düşmanlarını dize getirip ezmektedirler... Bu sel; Arapların merkezi olan Medine-i Münevvere'sinden, (Hicri 11) tarihinde (Mîladi 632) fışkırmış, önüne çıkan her engele üstün gelmiş, dağları, ovaları basmıştır.
Sayıları yüz binleri bulan, tam techizatlı, geçtikleri yeri sarsacak kadar güçlü İran, Bizans ve Mısır ordularını mağlup etmiştir... Yine bu sel, eski medeniyetleri, kuvvetli devletleri, köklü saltanat kuran milletleri silip süpürmüş ve onları tarihe gömmüştür. Önceden Araplar onların gözünde küçük ve kıymetsiz görünürken imanla şereflenen Arapların gözünde diğer milletler küçülmüştü. Onlara bu gücü Allahü teâlâ ihsan buyurmuştu.
Dünyanın en güçlü süper imparatorluklarını kendi memleketlerine giderek perişan ettiler. Topluluklarını dağıttılar, tahtlarını yıktılar, krallarının taçlarını çiğnediler, hazinelerini açtılar, çoluk çocuklarını esir ettiler. Gurur ve kibir elbiselerini yama tutmayacak şekilde parçaladılar. Güçlerini bir daha yerine gelmeyecek tarzda imha ettiler. Kisra, bir daha yerine Kisra gelmemek üzere, Kayser de aynı şekilde helâk oldular...
Binlerce kilometre yol kateden bir orduda zaten hâl kalmaz, hareket gücünü kaybeder. İklim değişikliği de hesaba katılırsa; Müslümanların bin seneden fazla dünyada söz sahibi olan İran ordusunu yenebilmesi yüzde bir değil, binde bir ihtimal ile de mümkün değildi.
Zafer kazanılması için bütün sebepler, İranlıların lehine, Müslümanların aleyhine idi. Fakat iman edenler etmeyenlere galip geldi... Eshab-ı kiramı zaferden zafere koşturan, işte bu iman gücü idi...
SUAL: İman bilgilerinde ehl-i sünnetten ayrılan kimsenin Müslümanlığı devam eder mi?
CEVAP: Müslüman olduğunu söyleyen veya cemaat ile namaz kılarken görülen bir kimsenin Müslüman olduğu anlaşılır. Sonra, bunun bir sözünde, yazısında veya bir hareketinde, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri iman bilgilerine uymayan bir şey görülürse, bunun küfür veya dalâlet olduğu kendisine anlatılır. Bundan vazgeçmesi, tövbe etmesi söylenir. Kısa aklı, bozuk düşüncesi ile cevap verip vazgeçmezse, bunun sapık veya mürtet olduğu yahut İngiliz kâfirlerine satılmış olduğu anlaşılır.
Namaz kılsa, hacca gitse, her ibadeti ve iyiliği yapsa da, bu felaketten kurtulamaz. Küfre sebep olan şeyden vazgeçmedikçe, bundan tövbe etmedikçe Müslüman olamaz. Her Müslüman, küfre sebep olan şeyleri iyi öğrenerek, mürtet olmaktan korunmalı, kâfir olanları ve Müslüman görünen zındıkları ve İngiliz casuslarını iyi tanıyıp, zararlarından sakınmalıdır. (Herkese Lazım Olan İman s. 4)
SUAL: Camiye, eve, tuvalete girerken ve çıkarken de, dinimizin bildirdiği belli bir ölçü var mıdır yoksa herkes istediği gibi girip çıkabilir mi?
CEVAP: Camiye sağ ayak ile girilir ve camiden çıkarken de, önce sol ayak ile çıkılır. Uyûn-ül-besâirde;
"Camiye girerken, girmeden evvel, önce sol, sonra sağ ayakkabı çıkarılır. Bundan sonra, önce sağ ayakla camiye girilir. Önce sol ayakla çıktıktan sonra veya çıkmadan evvel, önce sağ ayakkabı giyilir" deniyor Hadîkada da deniyor ki:
"İmâm-ı Nevevî Müslim şerhinde buyuruyor ki: Mübarek, şerefli ve temiz işleri yaparken sağdan başlamak müstehabtır. Ayakkabı, gömlek giyerken, baş tıraş ederken ve tararken, bıyık kırkarken, misvak kullanırken, tırnak keserken, el, ayak yıkarken, mescide, Müslümanın evine ve odasına girerken, heladan çıkarken, sadaka verirken, yemek yerken, su içerken sağdan başlanır.
Bunların zıddı olanları yaparken, mesela ayakkabı, çorap, elbise çıkarırken, camiden ve Müslümanın evinden, odasından çıkarken, helaya girerken, sümkürürken, taharetlenirken soldan başlamak müstehabdır. Bunları tersine yapmak, tenzihi mekruh olur. Çünkü şekilde olan sünneti terk etmek olur."
Sual: Dinimize göre babasını, anasını öldüren bir kimse, bunların bıraktığı maldan, yani mirastan pay alabilir mi?
Cevap: Köle, meyyiti öldüren, başka dinden olanlar ve mürtetler yani Müslüman iken Müslümanlıktan dönenler miras alamaz. Katle, öldürmeye yardım eden de, katil gibi miras alamaz. Bunların akil ve baliğ olmaları da şarttır. Mürtede vâris olunur, fakat mürtet, Müslümana vâris olamaz.
***
Sual: Bazı camilerde, cemaatle namaz kılarken, ön saflarda yer olduğu hâlde, ön tarafa gelmeyip, arkada tek başına duranlar oluyor. Bu kimselerin bu şekilde durarak kıldıkları namaz kabul olur mu?
Cevap: İmam ile cemaat arasında, iki saftan ziyade alacak boş meydan veya büyük havuz bulunursa, bunun gerisinde olanların, imama uyması caiz olur ise de, bunların geride yalnız olarak, imama uyup namaz kılmaları mekruh olur.
Sual: Ölen bir kimse, kabre konup defnedildikten sonra, kabrin başında telkin vermenin dinimizde yeri var mıdır?
Cevap: Ölen bir kimse, defnedildikten sonra, kabre ve kıbleye karşı ayakta durarak telkin vermek sünnettir. Mecmâ'ul-enhürde diyor ki:
"Öldükten sonra telkin verilir. Çünkü, ruhu ve aklı geri verilir ve yapılan telkini anlar. Şâfiî mezhebinde de böyledir."
Kabirdeki meyyite telkin yapmanın meşru olduğu Cevherede yazılıdır. Nûr-ul yakîn fî mebhas-it telkîn kitâbında, telkinin sünnet olduğu çeşitli deliller ile ispat edilmektedir. Cilâ-ül-kulûb ve Gâliyyede diyor ki:
"Resûlullah aleyhissalâtü vesselâm, definden sonra telkin vermeyi emir eyledi. Kendisi de telkin verdi."
Kâdîzâde'nin "Birgivî vasıyyetnâmesi şerhi"nde, telkinin nasıl verileceği uzun yazılıdır.
Namazda ayakta duramayan kimse
Sual: Namazda ayakta duramayacak derecede hasta veya ayakta durmasına mani olan başka bir özrü bulunan kimse, namazlarını nasıl kılar?
Cevap: Namazda bir uzvundaki rahatsızlıktan dolayı uygun oturamayan kimse, istediği gibi oturur.
Oturabilmek için, ayaklarını kıbleye karşı uzatabilir. Bir yerini yastığa veya başka bir şeye dayar. Yahut, bir kimse tutarak düşmesine mani olur. Yüksek bir şeyin üstüne oturup ima ile kılması caiz değildir.
Sandalyede oturarak kılanın namazı kabul olmaz. Çünkü, sandalyede oturmak için zaruret yoktur. Sandalyede oturabilen kimse, yerde de oturabilir ve yerde oturup kılması lazımdır.
Namazdan sonra, yerden ayağa kalkamayan, sandalyeden ise kolay kalkan hastayı yerden bir kimse kaldırır. Yahut, kıbleye karşı uzatılmış sedir üzerinde, ayaklarını sarkıtmadan oturarak kılar. Namazdan sonra, ayaklarını sedirin bir yanına sarkıtıp, sandalyeden kalkar gibi kalkar. Bir şeye dayanarak veya bir kimsenin tutması ile de, yerde oturamayan hasta, sırt üstü yatarak kılar.
Ayaklarını kıbleye uzatır. Başı altına yastık koyar. Yüzü kıbleye karşı olur. Veya kıbleye karşı sağ veya sol yanı üzerine yatar. Rüku ve secdeleri, başı ile ima eder. Böyle de ima edemeyen aklı başında bir hasta, bir günden çok namazını kılamazsa, hiçbirini kaza etmez.
Semavi bir sebeple, yani elinde olmayarak, mesela hastalık ile veya baygın yahut secde, rekat sayılarını unutacak kadar dalgın olarak, beşten fazla namazını kılamayan da böyledir. Alkollü içkiler ve uyuşturucu maddeler veya ilaç alarak böyle baygın, dalgın olanın, kılamadığı namazlarının adedi birkaç günlük olsa da, hepsini kaza etmesi lazımdır.
* * *
Bu Habere Henüz Yorum Yapılmadı. İlk Sen Ol