İyi, Temiz ve Adil Gıda herkesin hakkı

Kırklareli Üniversitesi bünyesinde gören yapmakta olan ve Slowfood Trakya Convivium Lideri olan Ali Çakır, gazetemiz ile gerçekleştiği röportajda yemek ve tarım kültürümüz ile ilgili birçok açıklamada bulundu. Herkesin GDO’suz gıda tüketme hakkı olduğunu belirten Çakır, Türkiye’nin kaynaklarının bunun için yeterli olduğunu belirtti.

Türkiye’de uzun yıllardan sürmekte olan ve toplumun gündeminden düşmeyen GDO konusundaki tartışmalar devam ediyor. Bu tartışmaların sözde kalmaması ve yaşam pratikleri olarak önümüze sunulması tartışmaya ve alternatiflere ışık tutuyor. 

Bölgemizde de bu tür pratiklerin hayata geçirilmesinde önemli bir katkıda bulunan Slowfood hareketinin Trakya Convivium Lideri Ali Çakır ile bu sorunlara ışık tutacak bir röportaj gerçekleştirdik.
Sağlıklı beslenmenin herkes için mümkün olduğundan bahseden Çakır, hayata geçirdikleri güzel örnekler ile ilgili açıklamalarda bulundu.
Öncelikle biraz kendinizden bahsedebilir misiniz?
Merhaba, ben Ali Çakır. 2009 yılından beri Kırklareli Üniversitesi’nde görev yapıyorum. Aynı zamanda SlowFood Trakya Convivium Lideriyim. Yemek kültürü üzerine araştırmalarım var. Sadece yemek kültürü değil, bunun dışında Trakya’nın kültürel mirası üzerine araştırmalarım var. Bilmece kitabım var, mani kitabım var, yemek kitaplarım var. Ayrıca Cittaslow ve Slowfood üzerine birer kitabım var.
Cittaslow ve Slowfood’tan biraz bahsedebilir misiniz?
Slowfood’tan başlayalım. Cittaslow’un temelini de Slowfood oluşturuyor, yani oradan doğmuş bir hareket. Slowfood hareketi 1986 yılında İtalya’da ortaya çıkmış olan bir hareket. İtalya’da ünlü bir hamburger firması şube açmak istiyor, yani zincir işletmelerinden birini açmak istiyor. Carlo Petrini ve arkadaşları da İtalyan geleneksel yemek kültürünün yok olacağını ve şehirlerinde, İtalya’da bu zincirin olmaması gerektiğini ifade ediyorlar ve bunu protesto ederken de makarna fırlatıyorlar. Yani Carlo Petrini ve arkadaşlarının başlattığı bir hareket. Slowfood areketini bire bir Türkçe’ye çevirdiğimiz zaman tam karşılığı biraz uymuyor gibi durabilir. Yani slow yavaş, food yemek; yavaş yemek. Bazı kişiler anlamayabiliyor. Yavaş yemek derken, yemeği yavaş yemek anlamında değil. Slowfood hareketinin üç temel ilkesi var; İyi, temiz ve adil gıda. İyi gıda dediğimiz zaman GDO’su ile oynanmamış, zararlı tarım ürünlerinin kullanılmadığı gıdalardan bahsediyoruz; yani doğal yöntemler ile yetiştirilmiş gıdalardan bahsediyoruz. Bunları herkesin yemesi gerektiği ve bunun hak olduğunu söylüyoruz. Yani Afrika’daki çocukların da, Türkiye’deki insanların da, Amerika’daki çocukların da aynı şekilde bu gıdaları yemesinin iddia ediyor Slowfood hareketi. Temiz Gıda kavramı ise gıdayı üretirken çevreye zarar vermemeyi ön plana çıkarıyor. Yani şimdi yediğimiz bir çikolatayı düşündüğümüz zaman, hiç kimse farkında değil ama kaç su harcanıyor acaba o fabrikada bir parti çikolata çıkarken. Ya da çevreye ilaç kutularını atıyoruz, bakıyoruz dere kenarlarında ilaç kutuları var. Hayvanlar bu dereden su içiyorlar, zarar görüyorlar. Doğalında insan da zarar görüyor. Temiz Gıda dediğimiz kavram da bu. Adillik kavramına gelirsek, bir ürün üretildiği anda, üreticinin emeğinin hakkını alabilmesi. Yani üretici bir ürünü üretti, mesela süt diyelim; bugün süt üreticilerimiz durumlarından çok şikayetçi, “süt üretiyoruz, süt için aldığımız para yem gibi maliyetleri” karşılamıyor diyorlar. Yani bu felsefede diyoruz ki; ne kadar masraf yapıyorsan, üzerine emeğinin, alın terinin ücretini de alabilmelisin. Sadece burada bitmiyor tabi, burada tüketici için de adillik söz konusu, bazen görüyoruz mesela, köy ürünleri satılıyor pazarlarda, özellikle domates, yumurta gibi. Yumurtadan örnek vereyim, 1 liraya yumurta satılıyor, ama herkesin alım gücü 1 liralık yumurta tüketmeye yetmiyor. Asgari ücretle bir aile düzenli olarak köy yumurtası ile beslenebilir mi, beslenemez. Yani tüketici açısından bakarsak da onu satın alabilme gücü olması gerekiyor. Karşılıklı bir adillik ilişkisi var burada. Aracı kurumların olabildiğince ortadan kaldırılması gerekiyor. Böylece üretici ile tüketici arasına kimse girmemiş olacak ve daha sağlıklı ürünler daha uygun fiyata alınabilecek. Bunu sağlamayı hedefliyoruz.
GDO’suz Gıda demişken, GDO’yu savunan insanların genel argümanı doğal tarımın yapılması halinde gıda yeterliliği konusunda ciddi sorunlar çıkabileceği ve
fiyatların çok yükselebileceği. Bütün toplumun GDO’suz gıda tüketmesi mümkün mü?
Mümkün. Şöyle Mümkün; onların dediğini bir adım daha ileriye götüreyim. Onların her zaman söyledikleri şöyle bir şey de var, “biz GDO ile verimi arttırıyoruz, bu kadar insana başka türlü gıda yetişmez” diyorlar. Ama işin arkasına baktığımız zaman öyle olmuyor. GDO’yu yapan büyük firmalar, büyük şirketler ve karlarını arttırmak için bu işi yapıyorlar. Biz tarım arazilerini verimli kullanırsak, yani siz sanayiyi ve kentleşmeyi tarım arazilerinin üzerine yapmazsanız, tarım amacı dışında bir başka amaçla bu alanları kullanmazsanız, kirletmezseniz, üreticinin üretmesini sağlarsanız, onu desteklerseniz verim zaten artıyor. Topraklar yeterli, herhangi bir sıkıntı yok. Bugün Hollanda, Konya kadar bir ülke. Ama baktığımız zaman tarımda bizden daha fazla ihracat yapmışlar. Bunu nasıl yapıyorlar ve ya biz neden yapamıyoruz? Türkiye kendine yetebilen 7 ülkeden biri olarak öğretildi herkese ama artık kendimize yetemiyoruz. Nasıl o noktadan bu noktaya geldik işte, tarımla ilgili belirli düzenlemeler yapılması gerekiyor; üreticinin, köylünün desteklenmesi gerekiyor, o zaman GDO’ya da gerek kalmıyor.
Slowfood’un Türkiye’de ve Trakya’da yaptığı veya
hedeflediği şeylerden bahsedebilir misiniz?
Biz Slowfood Trakya Convivium’unu kurduğumuzda ki Slowfood’un da temel amacı yerellik, geleneksel gıdalar. Biz geleneksel gıdalardan ayrılmamayı, unutulmuş olanları canlandırmayı hedefliyoruz ve buna yönelik etkinlikler yapıyoruz. Bunlardan bir tanesi de Tohum Takas Etkinliği, geçen sene birincisini düzenlemiştik bu sene de ikincisini gerçekleştireceğiz. 16 Eylül’de Bağbozumu Şenlikleri’nin içerisinde Tohum Takas Etkinliği yapıyoruz. Geçen seneden hazırlıklarımıza başladık. Geçen sene Kırklareli’den Armağan Köyü ve Deveçatak Köyü, Tekirdağ’dan da Kılavuzlu Köyü’ne gittik. Burada gönüllüler ile iletişime geçtik. Gönüllüler bizden aldıkları tohumlar ı tarlalarına etkiler ve bizim için bu tohumları çoğalttılar. Ve biz bu tohumları alıp tohum takas etkinliğinde dağıtacağız. Dağıttıklarımızdan da tekrar geriye alacağız. Yani bunlar çoğalacak. Bu şekilde Trakya’da yerel tohumların tekrar canlanmasını, çoğalmasını istiyoruz. Geçen sene yaklaşık 50 çeşit tohum topladık ve bunları dağıttık. Bu sene de 70-75 civarı çeşidimizin olacağını tahmin ediyorum. Tabi bu ne sonuç getirecek, sağlıklı beslenmeyi ortaya getirecek. GDO’nun insan sağlığı üzerindeki etkileri zaten araştırmacılar tarafından ortaya konuyor. Yani sağlıklı beslenecekler ama tabi biz sadece köylüler sağlıklı beslensin istemiyoruz. Bunun haricinde tarım yapmayan yani şehirdeki insan da bunları satın alabilsin, sağlıklı beslenebilsin istiyoruz. Yani bunların üretimini gerçekleştirmeyi hedefliyoruz. Biz tabii ticari olarak bunu yapmıyoruz. Ticari bir kurum değiliz ve kar amacı gütmüyoruz ama köylere yaygınlaşmasını sağlayarak köylerde bunların üretilmesini ve satılmasını hedefliyoruz.
Ayrıca fotoğraf sergileri düzenliyoruz. Bunlardan bir tanesini tohum takası etkinliğimizde gerçekleştireceğiz. Fotoğraf sergilerinde belirli konu ve temaları inceliyoruz. Eski lezzetleri tekrardan gün yüzüne çıkarmaya çalışıyoruz. İnsanlar geldikleri zaman “aa evet vardı, ben çocukluğumda yemiştim bu lezzeti hatırlıyorum” demelerini ve tekrardan talep edilmesini sağlamak istiyoruz. Mesela bulama yapımı. Bulama yapımı kursları veriyoruz. Kırklareli’de gençlerin neredeyse hiçbiri bulama yapmasını bilmiyor. Yalnızca yaşlılar yapıyorlar. Bunu gençler de öğrendikleri zaman hem yemek kültürüne tekrar girmesi sağlanıyor hem de yavaş yavaş ticari hale gelebilir duruma ulaşıyor. Bakıyorsunuz mesela Tekirdağ’da pazarda bulama satılıyor. Bunu ne kadar yaygınlaştırabilirsek kalkınmada da o kadar ilerlemiş oluruz. Klasik tarım anlayışının dışına çıkılması gerekiyor artık. Yani köyde yaşayanlar buğday ve ayçiçeği ekerek geçimini sağlayamıyor. Bunun gibi çeşitlendirmelere gitmek gerekiyor, biz de bunu yapmaya çalışıyoruz. Atölyelerimiz var, kurslarımız var; geçen sene hardaliye kursumuz vardı bu sene de üzüm turşusu, tabii üzüm turşusu dediğimde herkes şaşırıyor, “üzümün de turşusu mu olur” diyor, evet oluyor. Trakya o kadar kültürel zenginliğe sahip bir yer ki, Kofçaz’da üzüm turşusu yapılıyor. Biz de birçok insana yapımını öğretip bunu canlandırmaya çalışacağız.
Biraz da Cittaslow hareketinden bahsedebilir misiniz?
Öncelikle Trakya’da tek Cittaslow Vize. Selçuk Yılmaz’ın Belediye Başkanı olduğu dönemde ve onun öncülüğünde başladı. Biz de bu sürece dâhil olduk Kırklareli Üniversitesi’nden akademisyenler olarak; beraber çalıştık. Cittaslow Vize Derneği’nin kurucuları arasında yer aldık. Bu konuda Selçuk Yılmaz’ın emeği ve katkıları çok büyüktür. Cittaslow, Slowfood’tan doğmuş bir hareket, yine İtalya’da doğmuş bir hareket. Burada da tabi Yavaş Şehir gibi bir anlam çıkıyor. Slowfood’u anlatmak biraz daha kolay ama Cittaslow’u anlatmak gerçekten çok zor. Yavaş şehir dediğiniz zaman “biz yavaşlamayalım, niye yavaşlıyoruz ki, gelişelim, büyüyelim” gibi bir algı oluşuyor ancak bu şekilde bir ifade doğru bir ifade değil. Yaşanabilir kentler Cittaslow, yani ben öyle tanımlıyorum. Tabi şimdi yaşanabilir ne demek? İstanbul’da, İzmir’de yaşanmıyor mu? Evet yaşanıyor ama nasıl yaşanıyor yani hayatın tadını çıkartarak yaşayabiliyor musun? Yani Cittaslow kentlerinde bunu yaratmak gerekiyor. Meslea trafiğin çok az olması, bisiklet yolunun olması, yürüyüş yollarının olması. Yani düşünebiliyor musunuz bir kentte hiç araba kullanmadan bisikletiniz ile rahat bir biçimde istediğiniz yere gidiyorsunuz, oraya park ediyorsunuz, sonra alıyorsunuz tekrar gidiyorsunuz. Yani bunu yurtdışında birçok şehir başarmış ama Türkiye’de maalesef bu gerçekleşmedi. Cittaslow yerel değerlere de sahip çıkarak bunu yapmayı hedefliyor. Yni evrensel bir kültürden bahsetmiyoruz burada ve ya atıyorum Venedik’teki kültür ile Paris’teki kültür gelsin burada olsun değil. Herkes kendi kültürünü kendi kentinde yaşasın ve bu kültüre sahip çıksın felsefesi ile ilerliyor.
Son olarak, bölgemizde Slowfood’a olan ilgi nasıl?
En başta Slowfood kavramını anlatmakta zorlanıyoruz. Dernekleşme gibi bir bakış açısı mevcut. Yani bana faydası ne gibi sorular ile karşılaşıyoruz. Yani sana bir faydası olması mı gerekir? Toplanıyoruz, ücretsiz kurslar veriyoruz. Hardaliye yapımını öğreniyorsunuz, üzüm turşusu yapımını öğreniyorsunuz. Bunun için illa bir maddi çıkar olması gerekmiyor. Bazen böyle bir yaklaşım ile karşılaşıyoruz. Biz diyoruz ki yemenin, içmenin, kültürüne sahip çıkmanın ve aktarmanın keydini yaşamak istiyorsanız buyurun birlikte hareket edelim diyoruz. Yani üyelik anlamında böyle bir sıkıntı yaşıyoruz ancak etkinliklerimize ilgi çok büyük, sosyal medya üzerinden çok güzel geri dönüşler alıyoruz. Kurslar açtığımız zaman ilgi çok yoğun oluyor ama konu üyelik olduğunda Türkiye’deki dernekçilik gibi oluyor. 

Yorum Yazın

Bu Habere Henüz Yorum Yapılmadı. İlk Sen Ol