Kırklareli, sanat dünyasının önemli isimlerini ağırladı;

Kırklareli’nde edebiyat dünyasını bir araya getiren KIRKSEDER, Rumeli Kadın Uluslararası Öykü Yarışması’nda ödüller sahiplerini buldu. Şölen havasında geçen törende eserler büyük beğeni topladı.
Yarışmada dereceye giren önemli sanatçıları sizler için derlerdik.
Rumeli Kadın Özel Ödülü;
Sümeyye Nur Ergin; Eser: Düğün. Rumuz: Zemher Dilhun.
Atilla Çetintürk; Eser: Yarım. Rumuz: Ati.
Füsun Suka: Eser: Sensizlik Çok Zormuş Baba. Rumuz: Soydaş.
Onur Ödülü;
Firdevs Büyükateş: Eser: Veda Yerine. Rumuz: Gece.
Şiir Listesi;
1-İbrahim Şaşma: Eser: Buğulu Mürekkep. Rumuz: Azadem.
2-Muhammed Kürşathan İldemir. Eser: Rumeli An. Rumuz: Çakıllı Sevdası.
3-Hakan İlhan: Eser-Cumhuriyet Beyitleri. Rumuz: Kardelen.
Mansiyon;
Hikmet Elitaş: Eser: Feda Olsun Can Sana Al Bayrağıma. Rumuz: Hilal.
Ercan Kaygas: Eser: Dudaklarında Eksik Harf. Rumuz: Eksik Harf.
Abdullah Esat Köksal: Eser: Mapushana Ağası. Rumuz: Kehribar Tesbihi.
Öykü Listesi;
1-İbrahim Şaşma: Eser: Hüdhüd Kuşları. Rumuz: Beyzadem.
2- Sedat Sayın: Eser: Cemal Süreyya. Rumuz: Yalnızlık Koridoru.
3-Engin Kükrer: Eser: Babam Gelince. Rumuz: Rüzgar.
Mansiyon;
Ebru Fidan Alpay: Eser: Dedemin Bakışı. Rumuz: Bulut. Abdullah Esat Köksal: Eser: Doksan Siperlik Bir Esef. Rumuz: Çavuş. Taner Tuncer: Eser: Kuş Avı. Rumuz: Kızan.
Rumeli Kadın Özel Ödülü; Füsun Suka. Eser; Sensizlik Çok Zormuş Baba. Rumuz; Soydaş.
Yarışmaya Yunanistan’dan katılıp Rumeli Kadın Özel Ödülü’nü almaya hak kazanan Füsun Suka, yarışmaya katılmaktan dolayı duyduğu memnuniyeti dile getirdi.
Füsun Suka kimdir?
Ressam-Şair Füsun Suka, 1959 yılında Yunanistan'ın Batı Trakya bölgesinde, Gümülcine şehrinde doğdu. Burada sanat okulundan mezun oldu. Küçük yaştan itibaren resim sanatı onun için bir tutkuydu. Tekniğini geliştirmek için, Gümülcineli'ler Kültür Derneği'nde resim çalışmalarını on y1l boyunca sürdürdü. Gümülcine'de Atinion Sanatçılar Derneği'nin kurucu üyesidir.
Bunun yanında, Ressam-Şair Füsun Suka, 23 yıldır sergilerden sergilere koştu. Yurt içinde 70, yurt dışında da 10 karma resim sergisine katıldı. Yine, yurt içinde ve yurt dışında 7 tane de kişisel sergi açtı. Ressam-Şair Füsun Suka, Ebru, Seramik, Ahşap Yakma, Takı Tasarımı çalışmalarını da sürdürmektedir.
İlk olarak 2010 yılında "Haykırış" adlı şiir kitabı ile okuyucularıyla buluştu. Şiirleri çok kısa zamanda 4 dile çevrildi. Prof. Dr. Elçin İsgenderzade tarafından şiir kitabı "Keçmiş Günler" adıyla Azerbaycan Türkçesi'ne çevrilmiş ve 2010 yılında Bakü'de yayınlanmıştır. Ayrıca Azerbaycan Vektör İlimler Akademisi'nin ödülü ve plaketi Rektör Prof. Dr. Elçin İsgenderzade tarafından kendisine takdim edilmiştir.
Füsün Suka’nın Sensizlik çok zormuş babam! Şiirinden bir alıntı;
“Dünyada eşi benzeri olmayan,
İçi dışı bir,
Melekler gibi tertemiz,
Bir kalbin vardı BABAM.
2011'in 16 Eylülünde,
Cuma sabahı,
Melek oldun,
Uçtun BABAM,
Hiç haber vermeden BABAM.
Sanki kıskandılar sevgimizi BABAM,
Uçurup aldılar benden seni BABAM. (…)”
Öykü dalında 1.’lik ödülünü almaya hak kazanan İbrahim Şaşma: Eser: Hüdhüd Kuşları. Rumuz: Beyzadem.
Eserden kısa bir alıntı;
“HÜDHÜD KUŞLARI
Eylemi keskin ve net, sahne kısa ve sarsıcı idi. Suratını yine asmış, yönünü yine boş ve rutubetli duvarlara vermişti.  Bana sırtını dönerek benden uzaklaşmasına, boş duvarlara bakarak içli içli ağlamasına dayanamıyordum. Göz göze geldiğimizde, bakışları bir bıçağın sırtına koyuyordu beni.  Kâinattaki hiçbir yüzey, onun yüzü kadar yoğun tecelli odağı değildi. Derinden de derin duygular yansıyordu yüzüne. Sanki ruhunun bütün dalgaları yüzüne vuruyordu babamın. Sözleri yüzünde kristalleşiyor, ifadeleri heceleniyordu o derin alın çizgilerinde. Biliyorum, bu yorgun adamın yüzüne hasretlerinin gölgesi düşüyordu. Ellerine dokunarak, bir çocuk gibi ellerini avuçlarımın içerisine alarak onu teselli etmekten başka bir şey yapamıyordum ki. Biz ikimiz birbirinden medet alan, birbirinden can bulan seyirlerin hem kendisi idik, hem de seyircisiydik. Kendi hayat nehrimizin içerisinde akarken bir taraftan da kıyısından seyrediyorduk akışımızı.
Yorgundu babam. Hem de çok yorgun. Yüzyıllar önce kırılmış bir renge benziyordu bu adam. Bin katlı bir kabuğun içinden geçmişti sanki. Onu yıllardır aklındakiler yoruyor, kalbindekiler acıtıyordu. O yüzden bir yüzünde hüzün, bir yüzünde sükûn vardı. Son birkaç gündür göğsünden garip garip hırıltılar gelmeye başlamıştı babamın. Nefes almakta zorlandığı için konuşamıyordu çoğu zaman. Derin derin nefes almaya çalışıyor, hırıltı ile karışık sesler çıkarıyor ama sonra mecali kalmayıp bitkin düşüyordu. Şehrin yokuş yukarı mahallelerinden birisinde, tek katlı müstakil evimizin sokağa nazır penceresinde geceye ve boş bir yola bakıyordum. Usulca yağan yağmur damlaları vuruyordu penceremizin camına. Göğün şefkatli dokunuşlarıyla irkilirdi babam, ben çocukken. Kanatlarını unutmuş kuşlar gibi sarsak adımlarla yağmurun altında bir o yana, bir yana dolaşır dururdu. Her yağmur yağdığında hasret kaldığı toprakların kokusunu arardı. Onun hüzünkar bakışlarına her şahit olduğumda da beni garip bir sızı sarardı. “Çok özlüyorum be oğul” derdi. “Çok özlüyorum. Aklımdan fikrimden çıkmıyor o topraklar” derdi. “Gurbetin acısı vuruyor göğsüme” diye haykırmıştı bir vakit. Sonrasında susarak haykırmıştı durmadan. Susarak konuşmuştu. Gözlerini, hasret dolu gözlerini kalbime her dokunduğunda bir Hızır beklemiştim, bir muştu.
Her zaman anlatırdı babam, dillerini bilmedikleri anavatanlarına doğru yola çıktıkları o günü. “Huzurun hâkim olduğu topraklarda artık zulüm vardı oğul” derdi anlatırken. Her göçmen gibi sadece bitimsiz sızılarını yüklenip, kara trenlerle Türkiye'ye geri döndüğünü ve Balkanların o mistik havasını aradığını defalarca anlatmıştı bana, hem de ilk kez anlatır gibi. Balkan Savaşı'ndan sonra Kosova'dan Türkiye’ye doğru olan uzun ve zorlu bir yolculuğun bütün ayrıntılarını adeta zihnime kazımıştı. Örümcek ağı kırılganlığında bir kaderi sırtlanarak ilk olarak İstanbul'a geldiğini, daha sonra da Bursa’da karar kıldığını destansı bir anlatımla ezberletmişti bana. Babam o göç günlerini anlatırken hanemizin orta yerinde en sert rüzgârlar eserdi. Toprağa sevdalıydı. Toprak dendi mi gözleri ışıldardı. Kavruk cemalini belli belirsiz bir gülümseme sarar ardından yerini koyu bir hüzne bırakırdı. Sarıya çalar bıyıkları sigaradan yeşermişti. Çok nadir olan gülümsemesini o bıyıkların altına gizlerdi babam. 81 yaşına merdiven dayamıştı. Acısı, sızısı, hasretleri yorgun bedeninden daha dinçti. 23 yaşında Kosova'dan bu topraklara göç edişi onu zamandan ve mekândan adeta koparmıştı.  Dilini bilmediği anavatanına geliş hikâyesinin her ayrıntısın dokunurken özüne döner, inceden inceye sarsılırdı. “1956 yılında gece 12'de Üsküp'e trenle geldik oğul, ekim ayındaydık. Garda yirmiye yakın vagon vardı. O kadar kalabalıktı ki oturacak yer yoktu. Ağlayarak ayrıldık. İlk olarak İstanbul'a geldik. Bir gece kaldık. Gemi ile 4-5 saat sonra Bandırma'ya geldik. Oradan da tekrar Bursa’ya.” Bu cümleler babamın usaresiydi. Bu hikâyeyi her anlattığında özsuyu böyle çıkıyor, üzüm tanelerinin sabrın imbiğinden geçişi gibi, darlıktan genişliğe akıyordu.
Usulca dokunuyorum alnına, yüzüne, şakaklarına, boynuna ve dudaklarına babamın. Fersiz bakışlarla göz göze geliyoruz. Gözünün beyazına düşen kara bile yorgundu. Eski bir tahta masanın üzerine serilen simli bir örtünün üzerindeki suyu işaret ediyordu gözleri ile. Birkaç yudum içirmiştim.  Onlarca hap, birkaç şişe şurup bile mahcubiyet içerisindeydi gönül gözümde. Nasıl diriltecektim bu adamı, nasıl ayağa kaldıracaktım, nasıl barıştıracaktım yağmurlarla. Yaşı 81 idi ama yine de bir evlat olarak ona yaşama sevinci vermek, gözlerindeki tebessümü görmek arzusundaydım. Bunu bir vicdan meselesi ve borcu olarak görüyordum. Balkanlar’ın kimliğini değiştiren sürgün ve kıyımın gerçek şahidini dipsiz derin bir kuyudan çıkarmak zorundaydım.Çok uğraşmıştım.  Babamın doğup büyüdüğü o kasabanın yerel yönetimine, şu an o topraklarda faaliyet gösteren iş adamlarına kadar birçok kişiye mektuplar yazmıştım. Babamın 21 yaşında iken dedemle beraber arabaya “yorgan, minder, kıyafet, üç beş torba bulgur, un koyup yola çıkışlarını,  düştükleri can derdini yazıyordum mektuplarımda. Kasabadan çıkıp mezarlık yanından geçerken babamın gözyaşları içerisinde annesinin ruhuna dualar okuduğunu yazıyordum. “Ata yurdunu” bir daha görmemek üzere yola çıkış hikâyesini bir şekilde yüreği titreyecek birisine ulaştırmak ve o topraklardan gelecek bir emaneti babama sunmak istiyordum. O emaneti de bir şekilde, babam son nefesini vermeden babama teslim etmek zorundaydım. Çok geçmeden yüz yıllık bir kasırganın topraklarından sevgi ve muhabbet ehli birisi ile irtibat kurmuştum. Yürek sesim, balkan topraklarında yankı bulmuş, titretmesi gereken yürekleri çoktan titretmişti bile. Bir daha göremediği yurdunu son ana kadar özlemle hatırlayan ve hatıralarını bana emanet eden Agâh Babam için dönüm noktasına yaklaşmıştık.
Böyle bir minvalde başlamıştı benim babamla ve babamın hayalleri ile olan mücadelem. O gözlerini boş duvarlara dike dike geceyi sabaha bağladı, bense sırtı bana dönük olsa da onun gözlerine baka baka ağladım. Zaman bana acı vermeye başlamıştı artık. Bizim için ne eksikti, biz neye susamıştık. Dışarıdan yağmurun sesi geliyordu. Yine inlemeye başlamıştı koca çınarım. Yürek ağrısı koca bedene nasıl vururmuş böyle aklım almıyordu. Yönünü odanın içerisine dönmüştü zor bela. Fersiz gözlerini açmıştı, bir süre bakmıştı gözlerimin içerisine. İri gözleri, çıkık elmacık kemikleri, derin alın çizgileri, şakaklarındaki bembeyaz saçları ile hüznün abidesi gibi duruyordu karşımda. Yine göğsündeki hırıltı dikkatimi çekmişti. Kuruyan ellerini avuçlarımın içerisine almıştım, gözlerinin içerisine bakarak seslenmiştim babama.
─Sırtına kupa çekeyim mi baba?
─İstersen nane limon kaynatayım, pekmez içireyim mi babam
Kaşlarını usulca havaya kaldırmış, net bir şekilde hayır cevabını vermişti. Yine yüzü gölgelenmişti. Onu ondan daha iyi tanıdığım için çok fazla sesimi çıkarmıyor, sadece elini tutuyor, gözlerinin içerisine bakıyordum. Nereye kadardı bu kendinden kaçıp karanlıklara saklanmak, kuytu mahzenlere soluklarını sindirmek. Ona 23 yaşından önceki seneleri nasıl verecektim, onu o yıllara nasıl götürecektim bilmiyordum. Ağırdı yaşadıkları Agâh babamın. Katliamların şahidi idi.  Süngülerin önünde Türkiye'ye sürüldüğü günden bu tarafa sırtına dağlar yüklenmişti. Balkanlar'ın kimliğini değiştiren sürgün ve kıyımlar babamın da mizacını değiştirmişti adeta. Yüreğindeki çocuk örselenmişti. Hem yalınayaktı, hep çırılçıplaktı ve hep üşüyordu. Babamın içindeki çocuğa sarılmasını istiyordum. Babam o çocuğa sarılırsa hayatı o zaman incelecekti babamın ellerinde.
Dışarıdan hüdhüd kuşları kaside okuyordu sanki ağaran göklerin muştusu ile. Bu kadar geç uyanmazdım, bu kadar geç da kalkmazdım. Bu saatte çay çoktan kaynamış olurdu, kızarttığım ekmeğin kokusuna balkon penceremizin altına sarı kediler gelirdi. Yalvar yakar bir iki lokma yedirirdim Agâh babama. Son treni kaçıran bir yolcu telaşesi ile apar topar kalkmıştım uyuyakaldığım eski bir şilteden.
Nedense her sabah kalktığımda korkuyla bakardım b abama. Ya nefes almıyorsa diyerek. Yine aynı korkuyla babamın göğsüne bakmıştım. İnip kalkıyorsa göğüs kafesi, ben yine çocuktum, ben yine ait olduğum yerdeydim. İsli bir çaydanlığa su doldururken bir yandan da sesleniyordum Agâh babama; (...) ” (M.Hanay)

Yorum Yazın

Bu Habere Henüz Yorum Yapılmadı. İlk Sen Ol