Dedeoğlu mücadelesini dünyaya anlattı

Dedeoğlu, İsveç'in Stockholm'deki Kraliyet Teknoloji Üniversitesi Çevresel Beşeri Bilimler Laboratuvarı ev sahipliğinde yürütülen bir kamu projesinde yer alıyor...

TOXICBIOS, uzun adıyla Zehirli Otobiyografiler, İsveç'in en köklü üniversitesi olan Stockholm'deki Kraliyet Teknoloji Üniversitesi Çevresel Beşeri Bilimler Laboratuvarı (KTH Environmental Humanities Laboratory) ev sahipliğinde yürütülen bir kamu projesi olarak biliniyor. TOXICBIOS ekibi, araştırma merkezleri, halkla bütünleşen çevre hareketleri, gazeteciler ve düşünce kuruluşlarını içeren uluslararası işbirliği ağı kanalıyla Türkiye'den Hakan Dedeoğlu'na da ulaştı. Çevre sorunları başta olmak üzere Trakya'daki birçok adaletsizliğe karşı yıllardır mücadele veren Hakan Dedeoğlu, kendi hayat hikayesiyle projede yer alıyor. Hayat hikayesinin başlığı ise "Çevremizden Önce Zihinlerimizi Zehirleyen Kirliliğe Karşı 30 Yıllık Mücadele."
Proje, halkı fazlasıyla ilgilendiren çevre sorunlarının, verdikleri mücadele, hayatlarının bir parçası haline gelmiş insanlar tarafından düz yazı, fotoğraf, şiir vb. yöntemlerle anlatılmasını ve böylece tarihin bilinmeyenlerinin gözler önüne serilmesini amaçlıyor. Bu nedenle otobiyografi denilmiş, yani yazarın kendi kaleminden çıkan hayat hikayesi. İsveç, İtalya, Portekiz, Yunanistan, Türkiye ve başka ülkelerdeki çevre sorunlarına bu şekilde dikkat çeken birçok hikaye, projede yer alıyor. Öte yandan bu hikayeler iki nedenden dolayı zehirli: Birincisi, doğayı zehirleyen sorunları gün yüzüne çıkarıyorlar. İkincisi de sorunların dile getirilmesi, bazılarının işine gelmiyor.
Hakan Dedeoğlu'nun
TOXICBIOS projesinde yer alan hayat hikayesi şöyle;
Zehirli Otobiyografiler:
Hakan Dedeoğlu
1959 kışında Lüleburgaz’da doğdum. İç mimarlık ve endüstri tasarımı öğrenimim dolayısıyla İstanbul’da ve sonrasında Berlin’de geçirdiğim dönem dışında hayatımın büyük bölümünü Lüleburgaz’da, Trakya’daki sorunlara dikkat çekmek için mücadele ederek geçirdim. Bölgeye uzak olanlar için bir parantez açmak gerekirse, Lüleburgaz Türkiye’nin kuzeybatısında, Avrupa’yı Asya’ya bağlayan yollar üzerinde yer alıyor. Diğer bir ifadeyle ise Lüleburgaz Trakya olarak adlandırılan verimli toprakların tam merkezinde. Maalesef, Trakya, son 30 yıldır giderek artan şekilde kirletiliyor. Trakya’nın ortasından geçen ve tarım topraklarını sulayan Ergene Nehri ve onun kolları, geçmişten bu yana süregelen yanlış politikalar neticesinde zehir saçar hale geldi. Öyle ki 2016 yılında Ergene Nehri’nde kaybolan genç bir arkadaşımızı kurtarmak için çalışmalar yürütürken nehrin kirlilik düzeyinden dolayı suya girmeye dalgıçlar bile cesaret edememişlerdi. Bölgemizdeki kirlilik Ergene’yle de sınırlı değil. Bölgedeki taş ocakları ilk önce ormanları yok etti, sonrasında ise yer altı suları kullanılamaz hale geldi. Tüm bunlar yetmezmiş gibi, topraklarımızda nükleer ve termik santrallerle boru hattı projeleri öngörülüyor. Geriye dönüp baktığımda, başta rahmetli eşim Nevin olmak üzere, çocuklarım, dostlarım ve çalışma arkadaşlarımın desteğiyle on yıllara dayanan bir çevre mücadelesi görüyorum. Ne için? Bu otobiyografide, kendi hikayem kadar bölgemizin de hikayesini sizinle paylaşacağım. İzleyen satırlarda, Trakya’nın kazanım ve kayıpları üzerinden, çevremizden önce zihinlerimizi zehirleyen kirliliğe karşı neden birleşmemiz gerektiğini anlatacağım. Trakya’da işlerin yolunda gitmediğine dair ilk emareler 1980’lerde dikkatimi çekmişti. Bu nedenle, üniversite öğrenimimizi tamamlayıp eşimle birlikte Lüleburgaz’a yerleştiğimiz dönemden itibaren sadece para kazanmak, rahat yaşamak gibi önceliklerimiz hiç olmadı. Eşim Nevin bilinçli gençler yetiştirmeyi amaçlayan bir öğretmen olarak, bense toplumsal çıkarları savunan bir vatandaş olarak gücümüz yettiğince çalıştık. O zaman bunu “Trakya toprakları amaç dışı kullanılamaz” şeklinde ifade etmiştim. Şimdi de aynı şekilde düşünüyorum. Özellikle Trakya’nın köylerinden başlayarak doğan talepler temelinde hissettiklerim, bana yol gösteriyor. Bereketinden ötürü tarımın beşiği olagelmiş bu toprakların (Kırklareli İlinde gerçekleştirilen arkeolojik kazılar da tarımın bölgemizdeki tarihini belgeledi) 1970’lerden sonra yaşanan sanayileşme aldatmacası ile canlı yaşamını tehdit eder hale gelmesi çok acı. Tabii tüm bunların temelinde eğitimsizlik ve plansızlık yatıyor. Öğretim kelimesini özellikle kullanmıyorum çünkü bu hangi okullarda okuduğumuzla ilgili değil, hayata hangi ilkelerle baktığımızla ilgili bir sorun. Bu sorunun arkasından maalesef iktidar mücadeleleri gölgesinde yaşanan pazarlıklar çıkıyor. Çözüm makamlarının genellikle çözümden uzak kişilerce işgal edilmiş olması bunun bir yansıması. Trakya’da 2500’den fazla fabrika vardı ve çoğu ruhsatsızdı! Bu sayıda fabrikayı bu denli verimli tarım toprakları üzerinde yapan veya yaptıran kafaların sağlıklı düşündüğünü söylemek mümkün değil. Dolayısıyla zehir saçma hali, yani toksik kirlenme, atıklarını başta Ergene Nehri olmak üzere, derelere, çataklara ya da belli belirsiz yerlere bırakan bu kadar fabrikanın olduğu bir gerçeklikte kaçınılmaz oldu. İnsanlar üretsin, kazansın ama bunun muhasebesi maalesef yapılmadı ve kimse de hesap vermedi. Hala da böyle… Planlılık yerine ciddi bir plansızlık devrede ve bunun adı piyasa ekonomisi olmuş. Bu şekilde işlerin doğru ve sağlıklı yürümesi mümkün değil. Hukuk devleti diyoruz ancak gereğini ne yazık ki yapmıyoruz, yapılmasına destek vermiyoruz. Trakya’da hukuk tanımazlık maalesef hala had safhada.
Tüm bunlara karşın, özellikle TEMA Vakfı üyeliği ile başlayan ve sonrasında 19 yıl süren gönüllülük dönemimde, başta Trakya olmak üzere erişebildiğim oranda ülkenin birçok noktasındaki soruna müdahil olmaya çalıştığım bir süreci geride bıraktık.
TEMA Vakfı, birçok örnekte görüldüğü gibi, Türkiye’de önemli bir boşluğu doldurmuş, önemli çevre hareketlerinden bir tanesi. Doğru kazanımlar için hedefleri belirleyip örgütlü bir şekilde sonuca gitmek gerekiyor. TEMA Vakfı bünyesinde ortaya çıkan karşılıklı öğrenme süreci benim için bölgemizdeki sorunlara dikkat çekmek açısından oldukça önemliydi. “Bir kişiyle ne olur” yerine “üzerinize vazife olmayan işlere karışın” diyerek çevremizde olan biten sorunlara dikkat çekip çözüm bulmaya çalıştık. Bu çerçevede, 1990’lardan bu yana sayısız miting ve panel organize edip ulaşabildiğimiz her kişi, kurum ve kuruluşa ulaştık. Buna paralel olarak, Marmara Çevre Platformu (MARÇEP), Ergene Platformu ve Trakya Platformu çerçevesinde gerçekleştirdiğimiz faaliyetlerle kamuoyunun dikkatini Ergene Havzası’na çekmeyi başardığımız kanaatindeyim.
Neticede, önemli kazanımlar elde ettik.
Mücadelemizin bir yansıması olarak “Ergene Nehri’ndeki Kirliliğin ve Çevreye Etkilerinin Araştırılarak Alınması Gereken Önlemlerin Belirlenmesi” amacıyla açılan meclis araştırması çerçevesinde oluşturulan Komisyon’un davetiyle başkente giderek bölgemizin sorunlarının meclis tutanaklarına da geçmesini sağladık (5 Şubat 2003). Aynı dönemde Türkiye’nin ilk çevre düzeni planı olan Ergene Havzası Çevre Düzeni Planı, Trakya Üniversitesi’nin ve diğer kurumlarımızın katkılarıyla hazırlandı ve 2004 yılında dönemin çevre bakanı tarafından imzalandı. Ancak bugün söz konusu plan mevcut iktidar tarafından onaylanmasına ve hatta Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından Ergene Havzası’nda su kalitesini izlemek amacıyla raporlar hazırlanmasına rağmen yine aynı iktidarın plana aykırı uygulamalarına ve ayrıca alınan yargı kararlarına da uymadığına şahit olmaktayız. Ekonomi-politik bir kırılma söz konusu. Hukuk dışılık kırılmanın zeminini oluşturuyor. Bu da demek oluyor ki tüm kazanımlara rağmen, yaşam çevremizin doğru temellerde yükselmesini garanti altına almak için daha güçlü bir örgütlülük içerisinde birlikte hareket etmek zorundayız.
Bu nedenle, mücadelenin doğru kişilerce, doğru şekilde yapılması gereken çok hassas bir konu olduğunu düşünüyorum. Bilgi ve bilinç açısından yeterli özen gösterilmediği zaman, karşı tarafa koz verilmiş olunuyor ki bu da savunulan dava açısından kayba sebep oluyor. Bunu yıllardır gözlemliyoruz. İnsanlar kısa yoldan makam mevki özlemiyle hareket ediyor. O zaman da devreye başka pazarlıklar girebiliyor. Ama toplumsal adalet, kesinlikle pazarlık kaldırmıyor. Özellikle bizim gibi yasalarında da sorun olan ülkelerde bu durum daha da büyük soruna yol açıyor ve dürüst mücadele arka plana atılıyor. Sonuçta da genellikle paranın gücüne dayandırılmış gelişmeler yaşanıyor. Peki, bunca olumsuzluğun içerisinde bu zehirlenmenin önüne nasıl geçeriz. Bölgenin gerçeklerine uygun bir mücadele, yereli hukuk devletiyle bütünleştiren bir mücadele dışında ben bir çözüm göremiyorum. Sağlıklı çevre, önce doğadaki tüm canlılarla ilgili, ardından da insan olabilmek, insan kalabilmek için gerekli. Bu ise stratejiyi doğal olan üzerine kurmanın önemine işaret ediyor. Ben, birlikte mücadele ettiğimiz dostlarla birlikte bu strateji temelinde dört yıldır kapalı olan pancar şekeri fabrikasının 2017 yılı itibariyle yeniden açılmasına vesile oldum. Neden mi? Çünkü doğal olmayan şeker, tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de engellenmeli.
Dahası, Trakya’da sanayileşme tarıma dayandırılmalı. Nasıl mı? Bölge insanına ulaşarak, onları yetkililerle buluşturarak, doğal olanın önemini defalarca vurgulayarak... Kalkınmanın benim için öncelikli anlamı bu ve bunun için gerekli hukuki yaptırımların peşine düşmek gerek. Çevre mücadelesi bunun için aracılık ettiği sürece toplumsal bilincin en önemli tetikleyicisi. Pergelin sivri ucu yerel bilgiye dayandırıldığında çizilen dairenin etkisi de büyük olacak.
En başından beri, çevre kirliliği olarak ifade edilen sorunların, temelde bir zihniyet sorunundan kaynaklandığını düşünüyorum. Bu nedenle, aslında “kafa kirliği”ne karşı mücadele ediyorum. Buna “toksik” kafa kirliliği de diyebiliriz elbet çünkü yanlış zihinlerden çıkan projeler, Trakya’da ciddi bir zehirlenmeye yol açtı. Ergene Havzası’nı bir organizmaya benzetirsek, Ergene Nehri, atardamar gibi Trakyamızı baştan sona 283 km. akarak kat ediyor. Yani organizmanın yaşam kaynağı... Ergene, doğduğu noktada içilebilir temizlikte olmasına rağmen izlediği rotada adeta ölüme mahkum ediliyor. Onun ölümü ise toplar damarın, organizmanın, yani hepimizin ölümü demek. Bunu sadece ben söylemiyorum, üniversitelerin çevre mühendisliği ve hatta onkoloji bölümlerinden profesörler de dile getiriyor. Vücudun bağışıklık sistemi bozulduğunda yani kanser giderek tüm vücudu sardığında ölüm kaçınılmaz olmakta. Trakya insanı her yeni güne bu riskle başlıyor. Söz konusu risk, havza paylaşımı nedeniyle Bulgaristan ve Yunanistan’ı da elbette etkiliyor. Hatta sağlıklı gıda ve suya erişim sorunu tüm dünyanın geleceğinde büyük bir risk oluşturuyor. Yıllardır, Trakya’da talanın, istismarın karşısında devam eden bir mücadelenin parçasıyım. Bu kadar uzun bir süre, toplumsal önceliklerle, kimi zaman sağlığını, belki aileni bile ikinci plana atarak mücadele etmek bir seçim olduğu kadar zorunluluk da. Eşini de kanserden kaybetmiş birisi olarak şunu söyleyebilirim ki bir süre sonra belki dünyada kansere çare bulunabilir ama bugün topraklarımıza, sularımıza ve havamıza sahip çıkmazsak bizim için o gün, çok geç kalınmış olacak. Çünkü ekosistemi hızlıca yeniden yaratmak hala başarılamadı. Bu nedenle kanser tüm vücudu sarmadan örgütlü bir şekilde müdahale etmek ve hastayı iyileştirmek hepimizin görevi. Önce zihinlerden başlayarak…

Yorum Yazın

Yapılan Yorumlar

  1. tebrikler hakan kardeşim.başarılarının devamını diliyorum.

  2. Trakyamızdaki başta Ergene olmak ùzere cevre kirliligi nedenlerini ve sebep olabilecegi tehlikeleri gòzler ònùnù sermiş bir yazı .Okurken yùreğim sızladı.Ama bu içler acısı duruma milletçe çare aramak gerekir.Sadece bir kaç kişi kìsiler heyetler yetmez ki.Çok gec olmadan harekete geçmek gerekir.Bu ugurda fedakarcakarşılk beklemeksizin çalşan Hakan Dedeoglu kardeşimize teşekkùrler ediyor çalşmaya yılmadan devam etmesini diliyorum.